Psikolojik ofansa psikolojik defans

-
Aa
+
a
a
a

2002'nin sonbaharı. Türkiye'nin siyasal atmosferi iki ay sonra yapılacak seçimlere odaklanmış durumda. Herkesin ağzında Kemal Derviş ve “solun” birleşip birleşmeyeceği tartışmaları var, tabii bir de AKP'nin durumu. “Diğer” solcuların gündemi ise HADEP, SHP ve ÖDP'nin seçime birlikte girip girmeyeceklerine kilitlenmiş. Üç partinin yetkilileri günlerdir görüşmeler yapıyor, nasıl ortaklık kuracaklarının yollarını arıyor vs...

 

Tam bu esnada Türkiye'nin çok satan gazetelerinden Milliyet'te “Karayalçın'a 'derin' uyarı” başlıklı bir “haber” yer alıyor. “Haber” bir edebi metni kıskandıracak ölçüde metaforlar ve göndermelerle süslenmiş. “Normal” bir okurun haberi anlaması, sözkonusu göndermeleri kavrayabilmesi için fazla uğraşması gerekir.

 

Yükseklerden esen rüzgâr

 

7 Eylül 2002 tarihli “haberin” spotu şöyle: “SHP lideri Murat Karayalçın'ın HADEP’le ittifak görüşmeleri, 'etkin' çevrelerde rahatsızlık yarattı."

 

Tekrarlayalım; "normal" bir okuyucunun spotu anlaması için "etkin" çevrenin ne olduğunu bilmesi gerekir. "Haberi" okumaya devam edelim;

 

"(...) 18 yöneticisi önceki gün istifa eden ve EMEP-SDP işbirliğiyle DEHAP çatısı altında ittifakı sağlayan HADEP, SHP'lileri de aynı çatının altına beklerken Ankara kulisleri, 'yükseklerden esen sert rüzgârı' konuşuyor. Kulislere sızan bilgilere göre, Murat Karayalçın'ın isminin HADEP yönetimiyle yan yana geçmesi, devletin etkin noktalarında bir süredir büyük rahatsızlığa neden oldu. HADEP'le flört, devletin etkin iki kurumunda sıkıntı yarattı. Bu rahatsızlığın geçtiğimiz günlerde yapılan ve Karayalçın'ın yer almadığı bir görüşmede masaya yatırıldığı da kulislere yansıdı. MGK'da temsil edilen iki önemli kurumun üst düzey iki yetkilisinin yer aldığı bu görüşmede, SHP-HADEP yakınlaşması eleştirildi. Görüşmede, "Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı görevlerinde bulunmuş bir kişinin, bölücülük davası süren bir partiyle yakın görünmesinin" doğru olmadığı vurgulandı (...)"

 

“Haber" özetle böyle... Diyelim ki okurun "etkin" çevrenin ne olduğu hakkında bir fikri var ama "yükseklerden esen sert rüzgârı" anlamak gerçekten zor, en azından bize ulaşan enformasyonun ilkelerine uygun yapılıp yapılmadığına dikkat eden biri için daha da zor.

 

"Haberde" bu ilginç ifadelerin yanında bize medyanın, devletin ismini açıklamak istemediği kurumlarıyla olan ilişkisi hakkında da ipucu veren önemli bir ifade var; "MGK'da temsil edilen iki önemli kurumun üst düzey iki yetkilisinin yer aldığı görüşme..."

 

Radikal gazetesinin yayınladığı MGK gizli yönetmeliğiyle varlığından haberdar olduğumuz üç önemli birimden olan Toplumla İlişkiler Başkanlığı sözkonusu "haberde" geçen "iki önemli kurumdan" biri olmasın?

 

Aslında üzerinde düşünülmesi gereken, bahsi geçen kurumların hangileri olduğu değil, devletin "derin" merkezlerinden ciddi ciddi mesajlar/uyarılar yapılması ve basının da bunu sıradan bir enformasyonmuş gibi yansıtması.

 

ÖDP/SHP/HADEP birlikteliğinin gerçekleşmemesinde bu uyarının ne kadar etkisi olduğu hakkında fikir beyan edemeyiz ancak ortada gerçekten ayan beyan siyasal ortamı dizayn etme çabası, medyanın da -kelimenin yalın anlamıyla- işbirliği var.

 

Her devletin, isteği dışında gerçekleşen siyasal gelişmelere müdahil olma çabasına girmesi bir noktaya kadar anlaşılır olabilir ve bu zaten onun doğasında vardır denilebilir ancak görevi kamu yararını korumak/savunmak olan basın için aynı şey geçerli midir? Bu soruya verilecek tek bir yanıt var bana göre; Hayır.

 

Manipülasyon amaçlı enformasyonu ayıklamak

 

Özellikle yukarıdaki "haberi" örnek vermemin özel bir nedeni yok, bunun diğer benzerleri arasında en karikatür olanlarından olduğu için durumun vahametini fazla söze gerek bırakmadan anlatacağı umarıyla verdim sadece. Aslında siyasetle az çok ilgili olan herkes devletin derin olanının bu müdahaleci yönü hakkında şüpheler duyuyordu, tıpkı medya ile az çok ilgili olan birinin sözkonusu müdahaleci tavrın aracısı/aktarıcısı olduğundan şüphelenmesi gibi.

 

Burada ortaya önemli bir paradoks çıkıyor; kamuoyunun menfaati için çabalaması gereken medyanın (tıpkı devlet gibi) kamuoyunun karşısına geçip psikolojik harekatlara katılması.

 

O halde madem siyasal/toplumsal ortama karşı bir devlet-medya işbirliği var ve bu işbirliğinin yegane amacı çıkarlarının veya ideolojisinin ötesinde konumlanan her türlü yapıyı zayıflatmak, bu ve benzeri yapıların (hatta görüşlerin) ortaya çıkmasını engellemek ise toplumun yapabileceği ne olabilir?

 

Belki MGK gizli yönetmeliğinin ifşa edilmesi bundan sonrası için iç açıcı olabilir (unutmayalım ki hâlâ bu yönetmeliğin müsebbibleri hakkında yapılmış bir işlem yok ve olacak mı, o da belirsiz), ancak bu gelişme, şimdiki veya bundan sonraki yönetimlerin bu tür bir çabanın içinde olmayacakları güvencesini asla vermez.

 

Böyle bir durumda yurttaşların devlete veya hükümete karşı tavır almaları gerektiği gibi, bir okur/izleyici/dinleyici olarak medyaya karşı da yapacak edimlerimiz, söyleyecek sözümüz olmalı.

 

Enformasyon alıcısı kitlenin yukarıdakine benzer çok sayıda "haberi" normal habermiş gibi okuduklarını söylemekle kehanette bulunmuş olmayız. O halde öncelikle buna benzer haberlerin karakteristiğine dair aklımızda bir fikir oluşmalı, manipülasyon amaçlı enformasyon ile öbürünü birbirinden ayırabilmeliyiz.

 

Bu konuda söylenebilecek en karakteristik özellik -yukarıdakinde de görüldüğü gibi- yazılan metinlerde belirgin bir öznenin olmayışı. Bu ve benzeri hemen hemen her "haberde" cümleler edilgin bir nitelikte olur. İfadeler çoğunlukla "belirtildi, öğrenildi, söylendi, konuşuldu, bildirildi" vs... şeklindedir.

 

Zaten son yirmi yıl içerisinde bu tür edilgin cümlelere başvurmak yerine "TİB başkanı.......dedi" türünden ifadeler olsaydı TİB'in varolduğunu bilirdik...

 

Gazetecilikte, haber kaynağı eğer kamuoyu için çok önemli, kendisi için de çok tehlikeli olabilecek bir bilgi vermişse gazetecinin haber kaynağının ismini vermemesi doğal bir hakkı olarak görülür ve gazeteci haber kaynağını açıklamaya zorlanamaz (bunun bir örneğini yakın zamanda İngiltere'de Dr. David Kelly olayında gördük. BBC muhabiri son ana kadar da haber kaynağının ismini açıklamadı).

 

Ancak bahsini ettiğim durumlar çok sık olmaz gazetecilikte, nadir gerçekleşir ve gerçekten kamuoyu için çok önemli bilgi içerir. Fakat Türkiye'deki pratik bununla zerre kadar uyuşmuyor. Yaygın medyada hiç abartısız hemen hemen her gün "ismini açıklamak istemeyen üst düzey bir yetkili" ibareli haberler yer alıyor ve sözkonusu haberlerin çoğu kamuoyu için önem taşıyan bilgiler olmaktan çok, kamuoyunu manipüle etmeye dönük "haberler".

 

Sahiplik yapısı değişmeden medyanın psikolojik hareketlerin aktarıcısı/yayıcısı olmayacağını söylemek safdillik olur. Sahiplik yapısının da kısa vadede değiş(e)meyeceğini dikkate alacak olursak enformasyon sürecinin edilgin tarafı olarak görülen bizlere "etkin" olmaktan başka yapacak bir şey kalmıyor.

 

Bunun için değişik "yöntemler" üzerinde tartışmak, edilgin olmanın ötesine (yani muktedirlerin/mediyokratların ofansına karşı halkın/okurun defansı) nasıl geçilebileceğini belirlemeye çalışmak bundan sonrası için en makul çaba olacaktır.